Bakışları okyanus kadar derin, saçları ipek misali ışıltılı, teni
mermer gibi pürüzsüzdü. Dudakları sanki öpülmek için değil seyredilmek için
yaratılmıştı. Uzun boyu, orantılı vücudu ve efsanevi yunan heykellerini andıran
soylu duruşuyla insanı yaşadığı anın gerçekliğinden kopartıyor, uyanmak
istemediği bir düşün içindeymiş gibi hissetmesine yol açıyordu.
Onu daha önce bana yolladığı
onlarca fotoğrafta defalarca kez incelemiş olmama rağmen sadece birkaç metre
uzağımda olmasının heyecanıyla ellerimin titremesine ve vücudumun tepeden
tırnağa ürpermesine engel olamıyordum. Ona doğru attığım her adımda aklımdan
sayısız düşünce geçiyor, beni beğenmeyeceğinden korkuyor, geri dönüp hızla
uzaklaşmak istiyordum.
Mahşer yerini andıran kalabalıkta saklanarak adımlarımı
gitgide küçültüyor, kendimce zaman kazanıyordum. Üzerimde uzun bir pardüsö,
kafamda ise siyah bir bere vardı. Boynumdaki atkıyla ağzımı tamamen
kapatmıştım. Bu durumda yanına kadar gidip merhaba demedikçe beni tanıyabilmesi
pek mümkün değildi. Kırmızı deri montunun cebinden sigara paketini çıkarttı ve
bir sigara yaktı. İnsanları bekletmektense beklemeyi tercih ettiğimden buluşma
yerimize sözleştiğimiz saatten biraz erken gitmiştim. O da aynı incelikle
düşünmüş olacak ki benden önce oradaydı. Yüz ifadesinde bir tedirginlik vardı.
Böyle durumlarda saniyeler dakikalar gibi geçer, insana işkence ederler. Onu
anlayabiliyordum. Kafasındaki ya gelmezse ihtimali sigarasından sık ve derin
nefesler çekmesine neden oluyor, bir o yana bir bu yana sıkıntılı adımlar atıyordu.
Birden pardüsöme yandan asılan
bir el hissettim. Uzun tırnaklı, bakımsız, parmakları sigaradan sararmış,
derisi tozdan renk değiştirmiş bu el, büyük şehirlerin hemen her semtinde
karşınıza çıkan ve günden güne çoğalan dilencilerden birisine aitti. Üzerinde
incecik bir elbise vardı. Rastgele toplanmış karmakarışık saçları yaşlılıktan
bembeyaz olmuştu. Ayağındaki eski botların üzerinde güçlükle durabiliyor ve
bana uzattığı mendili almam için sanki her dileği kabul olacak bir evliyaymış
gibi ardı ardına dualar ediyordu. Tam elimi bozuk para çıkartmak için
pantolonumun cebine atacaktım ki telefonum çaldı. Arayan oydu ama ben olduğum
yere çakılıp kalmıştım. Ellerim gene titremeye başlamıştı. "Açsana yavrum" dedi çatlak sesiyle dilenci kadın. Telefonun ekranına bakıyordum ancak parmağım
aç tuşuna gitmiyordu bir türlü. Daha önce hiç konuşmamıştık ve ben heyecandan
bildiğim bütün kelimeleri unutmuştum. Dilenciye parasını verip mendili aldıktan
sonra uzaklaşıp sokağın köşesinde boş bulduğum bir banka oturdum. Telefonum
birkaç kez daha çaldıktan sonra kapandı. Derin bir nefes aldım, sigara yaktım
ve sakinleşmeye çalıştım.
Bütün gece uykusuz kalıp ona
söylemek için uzun uzun düşünüp bulduğum tüm özenli cümlelerim sanki ucup
gitmişti. Keşke ondan erken gelseydim dedim. O zaman avantajlı olan ben
olacaktım. Sigaram bittikçe yenisini yakıyor, güzel sözler bulmaya
çalışıyordum. Gözlerim dalıp gidiyor, beynim uyuşuyordu. Ani bir gök
gürlemesinin ardından bastıran yağmurla kendime geldim. İnsanlar ıslanmamak
için koşuşturmaya başlamıştı. Oturduğum yerden kalktım ve bu kez ben de belki
de yağmurun etkisiyle hızla yürümeye başladım. Buluşma yerimize vardığımda
beynim bana oyun mu oynuyor diye düşündüm. Orada değildi. Yağmurdan mı kaçtı
acaba diyerek bir dükkandan öbürüne giriyor, telaşla kırmızı deri ceketi
arıyordum. Soluk soluğa kalmıştım ve ne kadar ıslandığım umurumda değildi.
Olamaz dedim gitmiş olamaz. O an sinirimden sokağın ortasında oturup
ağlayabilirdim.
Telefonum tekrar çaldı. Bu defa
mesaj gelmişti. Şöyle yazıyordu : “ Günlerce önceden sözleşmiş olmamıza ve
birkaç saat önceden bunu teyit etmemize rağmen gelmedin. Seni bir süre bekledim
ama yağmur da başlayınca umudumu kestim. Aradığımda da açmadın. Keşke nezaketen
bir mesaj çekseydin…”. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Hemen numarasını
çevirdim, meşgule düşürdü. Tekrar aradım. Çaldı ama açmadı...
01.03.07 / Ankara
Ferit GÜNAYDIN.